16 Kasım 2015 Pazartesi

ATATÜRKÇÜLÜK DEĞİL KEMALİZM



                 NEDEN ATATÜRKÇÜLÜK DEĞİL KEMALİZM 

          Bir fikri ya da düşünceyi anlayabilmek için önce o fikrin doğduğu,yeşerdiği koşulları iyi anlamak gerekir. Eğer bu iyi anlaşılırsa tanımlamada doğru yapılmış olur. Şahsi olarak düşüncem doğru tanımlamanın Kemalizm olduğu fikrindeyim. Peki Atatürkçülük neden doğru tanımlama değil önce bunu açıklayalım.

         Atatürkçülük herşeyden önce 1953'lerde üretilen bir kavram. Atatürk zamanında kullanılan kavram ise Kemalizmdir. Atatürkçülük sömürülmeye o kadar açık bir kavram ki. Bugün bakıyorsunuz askeri darbeciler, Atatürk ile ilgili hayatında tek bir satır okumamışlar , Atatürk'ü sadece bayramlarda ya da anma törenlerinde hatırlayanlar Atatürkçü oluyor. Peki bu doğru mudur? Atatürk'ü sadece bayramlarda, anma törenlerinde yakanıza Atatürk rozeti koyarak ya da anıtına çelenk koyarak mı Atatürkçü olunuyor? Nedense bunu yapanlar hep Atatürk'ü kendine kalkan edinenler,onun arkasına sığınanlar. Sorarım size Atatürk ile ilgili tek bir yeni fikir ürettiniz mi ya da bu topluma Atatürk adına ne anlattınız? Kocaman bir hiç. Gerçekleri saklamanın hiç alemi yok. Kendimizi biraz sorgulayalım ve eleştirelim. 1938 yılından beri bu ülkede Atatürkçülüğe en büyük zararı kendine Atatürkçüyüm diyenler verdi? Bunu sorgulamak ve eleştirmek gerekiyor. Bugün bakarsanız Menderes'te Atatürkçü olabiliyor ya da Kenan Evren'de. Sorarım size bunlar mı Atatürkçü? O yüzden diyorum ki ben Atatürkçü değilim .Kemalistim. 

      Kemalizm bu ülkenin Atatürk zamanında kendi ürettiği ve teorik hale getirdiği evrensel bir kavram. O yüzden bırakalım Atatürk seviciliğini gerçek olan Kemalizmi savunalım. Atatürk'e ancak böyle sahip çıkılır. Fikirleri ve idealleri böyle ilerletilir. Amacımız bu idealde birleşmek olmalı. 

    Kemalizm gerçek bir 3. yol ideolojisidir. Atatürkçülük ise bir ideoloji değil sadece Atatürk seviciliğidir. Herkes nedense Atatürkçü ,Atatürk'ü seviyor ama Kemalizm ile ilgili tek bir düşünce üretmiyor. Hep olanla yetinmeye çalışıyor. Ancak kendine Kemalist diyenler bunu yapmıyor . Kemalizm ile ilgili düşünce üretiyorlar, fikir üretiyorlar. Doğrusu da budur. Atatürk'ün idealide budur. O yüzden safımız, düşüncemizi iyi belirleyelim. İdeolojimizi Kemalizm olarak benimsersek en doğrusunu yapmış oluruz. 

  Atatürk'ün bu konuda Nutuk'ta yazdığı şu satırlar çok önemlidir. "Büyük davamız en medeni ve en mürefffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu yalnız kurumlarında değil ,düşüncelerinde temelli devrim yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa zamanda başarmak ve hareketi beraber yürütmek mecburiteyindeyiz." Burda anahtar kelime rasyonel olmak yani akılcılık. İşte Atatürk'ün istediği ve anladığı düşünce budur. O yüzden bizler daima bu yolda yani Kemalizm yolunda ilerlemeliyiz. Yolu Kemalizmden geçenlere selam olsun.

İsmail YILDIRIM   




15 Kasım 2015 Pazar

KEMALİZM VE ATATÜRKÇÜLÜK FARKI


KEMALİZMİN DOĞUŞU,KEMALİZM NEDİR ?KEMALİZMİN ATATÜRKÇÜLÜKTEN NE GİBİ FARKLARI VARDIR?

Günümüz Türkiyesi’nde hangi vatandaşa “Kemalizm ile Atatürkçülük arasında bir fark var mıdır?” diye sorsak, çoğu bir fark olmadığını, bu ikisinin aynı şeyler olduğunu söyleyecekledir ve hatta Kemalizmi bilmeyecek ve sadece Atatürkçülüğün olduğundan bahsedecektir. Hâlbuki Kemalizm ile Atatürkçülüğün arasında çok ince bir çizgi vardır. Öyle ki, eğer Atatürkçülükten bahsederken Kemalizm’in içeriğini bilerek ve Atatürkçülük ile bağdaştırarak konuşuyorsak o zaman pek bir sorun yok. Pek bir sorun yok demek gerek, çünkü madem ki Atatürkçülük derken Kemalizm’den bahsediyoruz, o zaman bunun adını neden doğru söylemiyoruz? Yok, eğer Atatürkçülük derken Kemalizm’in içeriğinden habersiz konuşuyorsak, o zaman maalesef ister istemez Kemalizm’in içini boşaltıyor ve bunu unutturuyoruz demektir.

Çok genel olarak bir giriş yaptıktan sonra, bu paragrafta yazının geri kalanında nelerden bahsedeceğimizi ve nelerden bahsetmeyeceğimizi söyleyerek konulara giriş yapmaya başlayalım.
Bu yazıda, başlıktan da fikir edinebileceğimiz gibi sırasıyla; “Kemalizm’in Doğuşu”, “Kemalizm Nedir?” ve “Kemalizm’in Atatürkçülükten Ne Gibi Farkları Vardır?” gibi başlıklar ele alınacak. Sadece bu yazı için nelerden bahsedilmeyeceği ise; “Kemalizm’in İlkeleri ve bu ilkelerin incelenişi”, “Kemalizm Neden Arka Planda Kaldı, Nasıl Kaldı?”, “Kemalizm’in Günümüz Türkiye’sine Uygunluğu” gibi konulardır. Bu konular daha sonraki yazılarımızda tek tek ele alınarak, ayrı bir araştırma yazısı haline getirilecektir.
Kemalizm’in Doğuşu
Kemalizm kavramının ortaya çıkışı biranda olmamıştır. Hatta bu kavram Atatürk öldükten sonra ortaya atılmış bir kavram hiç değildir. Bu tarihi bir süreç içerisinde kendi içerisinde yoğrularak, harmanlanarak, gerçeklerden oluşarak meydana gelmiştir. Kemalizm kavramı esas itibarıyla “Kemalist” kelimesinden gelmektedir. Cenk Yaltırak’a (2004) göre, “Kemalist, ilk defa Anadolu’da örgütlenmeye başlayan Müdafaa-i Hukuk örgütlerinin vatanın bağımsızlığı için savaşan örgütlü bireylerine verilen bir adlamadır.”(s.7). Bununla ilgili olarak Osmanlı hükümetinin İtilaf Devletleri ile olan yazışmalarına bakabiliriz. Örneğin, Sayın Şimşir’e (Aktaran Cenk Yaltırak, 2004) göre, Damat Ferit Paşa’nın İstanbul’da İngiliz Yüksek Komiseri J. de Robeck’ e “Kemalistlerin Yunan ilerlemesine dayanmasına imkân yoktur.” der (s.7). Bu ve bunun gibi yüzlerce örneği o dönem için görebiliriz. Yine Yaltırak’a (2004) göre, “…iç ve dış düşmanlar için ulusal Kurtuluş Savaşı’nın lideri Mustafa Kemal’dir ve onunla aynı ülküde birleşenler Kemalisttir.”(s.7). Bu bilgilere dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki Kemalizm’in doğuşu daha 1919’larda iç ve dış düşmanların da adını zikrettiği şekliyle, “Kemalist”, ortaya çıkmış ve ortaya konan o bağımsızlık hareketini iç ve dış basın bu kelimeyle özdeşleştirmişlerdir.
Kemalizm Nedir?
Kemalizm, “Kemalizm’in Doğuşu” bölümünde de ele aldığımız gibi Kurtuluş Savaşı döneminde 1919’dan başlayarak olayların kendisinin oluşturduğu ve adını koyduğu bir kavramdır ve ilk olarak “Kemalist” kelimesinden gelmektedir. Daha sonradan bir ideoloji şeklini alacak olan Kemalizm’in temelini ve özünü tamamıyla hayattan ve onun gerçekliklerinden, yaşanan tecrübelerden almaktaydı ve hala almaktadır.
Kemalizm’in yapılmış birçok tanımı vardır. Bu tanımlamaların bazıları yazımın en başında da belirttiğim gibi Atatürkçülük kavramı ile Kemalizm kavramlarını bir tutarak yapılmış olan tanımlamalardır. Atatürkçülük adı altında yapılan bu tanımlamaların Kemalizm’in özünden sapmadığı sürece pek bir sorun olmadığını fakat madem aynı şeylerden bahsediliyor o zaman adının doğru konması gerektiğinden de bahsetmiştik. Bütün bunları yine bir hatırladıktan sonra, bu tanımlardan Atatürk’ün kendisinin dışında yapılan tanımlamalara ilk önce bakacak olursak eğer bunlardan ilki şudur;
Kemalizm İçin Yapılmış Tanımlar
“Kemalizm, Atatürk’ün ortaya koyduğu eylemler ve belirttiği düşünceleri bir ideoloji olarak kendisi tarafından verilen isimdir.”(http://kemalizm.kemalistler.net). Burada Kemalizm adına yapılan açıklama hiç kimsenin bu ideoloji hakkında bir fikir edinmesini sağlamaz. Aksine, Kemalizm’in Atatürk’ün ortaya koyduğu eylemler ve belirttiği düşünceler denerek sanki bu ideolojinin başka fikir ve eylem kabul etmeyeceği sanısına kapılabilir insanlar. Bu tamamıyla yanlış ve gerçek bunun tam tersidir.
Prof. Dr. İsmet Giritli’ye (2004) göre, “Atatürkçülüğün bir “ulusal modernleşme” ideolojisi olduğuna ve milliyetçilik dışında pragmatizm, laiklik, ulusal egemenlik ve ampirik devletçilik gibi ilkelere de dayanan sürekli bir dinamizmi oluşturduğuna inanıyoruz.”(s.6). İlk olarak, Giritli burada Kemalizm’i Atatürkçülük kelimesinin içinde vermiştir. Yani Kemalizm’in özünden haberdar olarak onu saptırmadan kullanmıştır. Ancak kitabında Kemalizm demesinin yanı sıra her yerde Kemalizm dememiş adını doğru koymamıştır. Burada ayrıca Giritli’nin seçtiği şu kelimeleri burada yeri gelmişken vurgulamakta fayda görüyorum. Bunlar “pragmatizm” ve “ampirik” kelimeleridir. Pragmatizm, Türk Dil Kurumu sözlüğünden anlamı ile “yararcılık” anlamına gelmektedir. Kemalizm de ülkenin yararına, yani kalkınması ve ilerlemesi için ne yapılması gerekiyorsa onların yapılmasını öngören bir ideolojidir. Ampirik kelimesi ise yine Türk Dil Kurumu sözlüğünden anlamı ile “görgül, deneysel” anlamlarını taşımaktadır. Bu kelime de aslında Kemalizm’in ne olduğu ve nasıl bir ideoloji olduğunu en iyi ortaya koyan kelimelerden birisidir. Çünkü Kemalizm sanıldığı gibi sabit değişmez fikirler topluluğu değildir, aksine esnek ve çağın şartları ne gerektiriyorsa onları öngören fikirlerin barındığı bir ideolojidir. Ampirik, yani deneysel demekle de Kemalizm’in fikirlerinin hayattan aldığını çıkartabiliyoruz.
M. Güner Demiray’a (1997) göre, “Kemalizm durağan değildir. Onun mayasında canlılık, dirilik, gelişim, özünde devingenlik vardır. O sürekli oluşum içindedir, çağa ayak uydurur.” (s.7). Yine sözlerine ek olarak Demiray (1997) şunları söylemiştir; “Bağımsızlık başta Kemalizm’le eş anlamlıdır.”(s.8). Burada da yine Kemalizm’in sürekli olarak kendini yenileyen, çağın şartlarını yerine getiren bir ideoloji olduğu ortaya konmuştur. Kemalizm’in en temel şartlarından birinin de yine bağımsızlık olduğu vurgulanmıştır.
Metin Aydoğan’ın (2006) yaptığı Kemalizm tanımı ise şöyledir; “Kemalizm’deki anti-emperyalist bilinç, sosyal içeriklidir ve yüksek düzeylidir. Irkçılıkla bezenmiş yabancı düşmanlığından uzaktır. Ülke savunmasıyla sınırlı değildir. Ulusçu ve toplumcu temeller üzerinde yükselir. Evrensel boyutludur. Anti-emperyalist eyleme ve bilimsel araştırmaya dayanır.”(s.717). Buradan da anlaşıldığına göre Kemalizm aynı zamanda Emperyalizm’e karşı doğmuş bir harekettir ve bu harekette 10 Kasım 1938 gününe kadar görevini başarıyla yerine getirmiştir.
Atatürk’ün haricinde yapılan Kemalizm’e hitaben yapılan son tanımlama ise Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanmış olan “Atatürkçülük” adlı (1984) kitabındandır. Burada aynen şöyle denilmektedir; “Türk Milletinin bugün ve gelecekte tam bağımsızlığa, huzur ve refaha sahip olması, devletin millet egemenliği esasına dayandırılması, aklın ve ilmin rehberliğinde Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkarılması amacı ile temel esasları yine Atatürk tarafından belirtilen devlet hayatına, fikir hayatına ve ekonomik hayata, toplumun temel müesseselerine ilişkin gerçekçi fikirlere ve ilkelere, Atatürkçülük denir.”(s.7). Yine burada da en çok dikkati çekmesi gereken nokta “Kemalizm” değil de “Atatürkçülük” denmiş olmasıdır. Bu kelime değişikliğinin belli bir tarihten sonra hep uygulandığını görüyoruz. Ancak bunun neden böyle olduğu ile ilgili kısmı bu yazı da vermeyeceğimizi belirtmiş ve bunu başka bir yazının konusu yapacağımızı söylemiştik.
Bunlar gibi daha yüzlerde örnek tarih sayfalarında yatmaktadır. Bunları iyice irdeleyip gerçekleri gün ışığına çıkarmak ise bu ülkenin insanın görevidir kanısındayım.
Kemal Atatürk Kemalizm İçin Ne Diyor?
Şimdi ise Mustafa Kemal’in kendisinin oluşturduğu Kemalizm ideolojisi için söylediklerine bakacağız.
Atatürk’ün 1 Kasım 1937 Millet Meclis Tutanak Dergisi’nde yer alan Kemalizm ile ilgili sözleri şöyledir (Aktaran Cenk Yaltırak, 2004); “Büyük davamız, en uygar ve en refaha kavuşmuş ülke olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde köklü bir inkılâp yapmış olan büyük Türk Milletinin dinamik ülküsüdür. Bu ülküyü en kısa zamanda başarmak için, düşünce ve eylemi birlikte yürütmek zorundayız. Bu girişimden başarı, ancak hukuki bir planla ve en verimli bir biçimde çalışmakla gerçekleşebilir. Bu nedenle, okuyup yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak, ülkenin büyük kalkınma savaşının ve yeni yapısının istediği teknik elemanları yetiştirmek, ülke davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak, kişi ve kurumları yaratmak, işte bu önemli ilkeleri en kısa sürede sağlamak, Kültür Bakanlığının üzerine aldığı büyük ve ağır görevler arasındadır. Belirttiğim bu ilkeler, Türk gençliğinin beyninde ve ulusun bilincinde her zaman canlı tutmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca görevdir.”(s.8).
Bunun dışında ise beklide Atatürk’ün Kemalizm’in özünü en iyi açıklayan sözlerini de buraya almalıyız. O sözler 1937’de şöyle söylenmişti: “Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt; bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de, uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.” Bu sözlerinden de anlıyoruz ki Atatürk her zaman için bilim ve aklı kendisine rehber edinmiş milletine de böyle yapmalarını salık vermiştir.
Atatürk’ün bu ve bunun gibi daha birçok kendisinin oluşturduğu Kemalizm ideolojisi ile ilgili açıklayıcı sözleri vardır. Ancak bu günümüzde maalesef pek bilinmemektedir, bilinmesi istenmemektedir. Bu duruma en güzel kanıt ise Cenk Yaltırak’ın (2004) da dediği gibi, “…Atatürk’ün el yazısı ile Kemalizm, Anıtkabir arşivinde ancak 1989’da bulunmuştur.”(s.10) sözleridir.
Kemalizm’in Prensiplerinin Oluşum Süreci
Kemalizm’in prensipleri başlı başına içinde yaşanılan olayların ve çağın gerektirdiği şekillerde vücut bulmuştur. Bu prensipler bir gün oturulup Mustafa Kemal tarafından yazılmamıştır.
Kemalizm’in oluşum sürecinin önemli bir kısmını kısaca özetleyen Asım Aslan (1992) kitabında bunu şöyle anlatmıştır; Atatürk önce Sivas Kongresi’nde kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni, Halk Fırkasına (Partisine) dönüştürdü. Cumhuriyet Halk Partisi 9 Eylül 1923’de resmen kuruldu ve ilk tüzüğü o gün kabul edildi. Bu tüzük 1927 yılına kadar yürürlükte kalmıştır. CHP’nin İkinci Kurultayında (15-23 Ekim 1927) parti tüzüğünün “umumi esaslar” bölümüne temel ilkeler olarak partinin cumhuriyetçi, halkçı ve milliyetçi bir siyasal kuruluş olduğu belirtilmişti. CHP’nin gerçekleştirdiği 3. Kurultayında (10-18 Mayıs 1931) 2. Kurultayda kabul edilen üç temel ilkeye başka bir üç temel ilke daha eklenmişti. Bunlarda; laiklik, devletçilik ve devrimciliktir. Daha sonra bu altı ilke partinin resmi görüşü haline getirilmiştir. 9-16 Mayıs 1935 tarihleri arasında toplanan 4. Büyük Kurultayda parti programına daha önceden alınmış ve temel ilkeler olarak kabul edilmiş olan prensiplere daha geniş bir açıdan bakılmış ve ele alınmış ve parti programın da “Partinin güttüğü bütün bu esaslar, Kemalizm prensipleridir.” denilerek CHP’nin ideolojisinin “Kemalizm” olduğu nitelendirilmiştir. Daha sonra Kemalizm’in prensipleri olarak nitelendirilen bu altı ilke ülkenin Anayasası’na konulmuş ve bu prensipler ülkeye mal edilmiştir (s.131-133).
Kemalizm’in temel prensiplerini oluşturan bu altı ilkeden başka olarak Asım Aslan kitabında bu ilkeleri daha geniş tutmuş ve Kemalizm’in bu şekilde değerlendirilmesini uygun görmüştür. Aslan’a (1992) göre Kemalizm’in daha geniş ölçekte ki ilkeleri ve kitabında da bunları teker teker açıkladığı sayfa numaraları da şöyle; Tam bağımsızlık (s.135), Anti-emperyalizm (s.137), Özgürlükçülük (s.139), Cumhuriyetçilik (s.140), Milliyetçilik (Ulusçuluk) (s.141), Halkçılık (s.142), Devletçilik (s.143), Laiklik (s.145), Devrimcilik (s.147), Akılcılık ve Bilimsellik (s.148), Çağdaşlık (s.152), Barışçılık (s.155). Bu ilkelerin tümünün anlaşılmadan bu ideolojinin de tam olarak anlaşılamayacağı aşikârdır.
Kemalizm Bir İdeoloji Değil Midir?

“Kemalizm Nedir?” başlığının altında böyle bir alt başlık kesinlikle gerekli idi. Çünkü daha Kemalizm’i bir ideoloji olarak kabul etmeyen insanlar dahi vardır. Bunu söyleyen insanlar çoğu zaman Kemalizm’i tam olarak araştırmadıklarından ve kulaktan dolma yanlış bilgilerin kurbanı olduklarından böyle söylemektedirler. Diğerleri, yani bilip de inkâra kalkışanları söylemiyorum bile. O kişiler şahsi menfaatleri uğruna tarihi bilgileri çarpıtarak milleti kandırma yoluna düşmüşlerdir. Burada Mustafa Kemal Atatürk tarihi yazanlardan namuslu olmalarını çok önceden “Gerçekleri söylemekten korkmayınız.” sözleri ile belirtmişse de, çok zor olmaması gereken bu cümleyi bile uygulamayanlar vardır.
İlk durumdaki insanlarımızın durumuna dönersek eğer bu insanların sonuçta ya Kemalizm konusunda bilgisiz ya da kulaktan dolma yanlış bilgilere sahip olmalarının sebebi az önce “diğerleri” diye belirttiğim kategoride ki insanlar yüzündendir. Bu insanların genelde verdiği örnek ise; Atatürk’ün Kemalizm’e karşı olduğu yönündedir ki bunun ne kadar temelsiz bir görüş olduğunu Atatürk’ün kendi el yazısı ile yazdığı Kemalizm’in prensiplerinden biliyoruz. Bununla ilgili olarak anlatılan bir de olay vardır. O da şu ki Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun bir gün Atatürk’e “Paşam partinin bir doktrini olsun” demiştir ve Atatürk de geri cevap olarak “donarız çocuk” demiştir kendisine. Buradan çıkarılan sonuç ise gayet basit olarak; “İşte gördünüz mü? Demek ki Atatürk böyle Kemalizm’lere falan karşıdır. Böyle bir ideoloji yoktur.” şeklindedir. Ne acıklıdır ki, burada doktrin ile ideoloji arasında ki farkı bilmemek bu insanları aslında gerçeklemiş olan yukarıda ki olayı yanlış yorumlamalarına ve Kemalist ideolojiyi reddetmelerine sebebiyet vermiştir. Hâlbuki kelimelerin anlamlarını sözlüklerden incelediğimizde “doktrin” in “dogmalar bütünü” olduğunu, “dogma”nın ise “Belli bir konuda ileri sürülen bir görüşün sorgulanamaz, tartışılamaz gerçek olarak kabul edilmesi.” anlamına geldiğini görürüz. “ideoloji”nin ise “insan hayatına dair oluşturulan amaçlar, prensipler, fikirler bütünü” olduğunu görürüz. Yani kısacası ideoloji düşüncelerin somutlaştırılarak ortaya konmuş varsayımlarıdır. Yani değiştirilebilirdir, sabit değildir. Anlaşıldığı gibi, burada Atatürk’ün Yakup Kadri’ye verdiği cevabı anlayabilmek için de önce bu kelimelerin anlamlarını iyi bilmek gerekiyor ki ondan sonra ne denmek istendiği konusunda net bir şey söyleyelim.
Görüldüğü gibi Kemalizm bir ideolojidir ve ülke meselelerini çözmeye yarayacak çok etkili bir ideolojidir. Günümüzde bu ideolojiden söz eden bir tek parti bile yoktur. Buna Atatürk’ün kurucusu olduğu CHP de dâhildir. Kemalizm göz göre göre ülkemizin yapısından sökülmüştür.
Kemalizm’in Atatürkçülükten Ne Gibi Farkları Vardır?
Son olarak ise, hem yazımızın da başında biraz değindiğimiz gibi Kemalizm ile Atatürkçülük arasında ne gibi farklar olduğunu irdelemeye çalışacağız.
Daha önceden de çok kez belirttiğimiz gibi Kemalizm Mustafa Kemal Atatürk tarafında oluşturulmuş fakat bu oluşum sürecinde çok derin bir tarihi geçmişi olan bir ideolojidir. Olaylar, hayattan alınan tecrübeler, akıl ve mantığa dayanan, ülke problemlerini çözmeye yönelik, çağın şartlarına ayak uydurması açısından esnek bırakılmış ve bir zamanlar ülkemizin yapısında olan fakat henüz onu içimize sindiremeden, özümseyemeden bizlerden koparılıp uzaklaştırılan bizim olan bir ideolojidir, Kemalizm.
Atatürkçülük ise ne niyetle kullanıldığına göre değişen bir kavramdır. Öyle ki, ülkemizde ki herkes Atatürkçü olabilmektedir. Fakat bu insanlardan bazılarına Kemalizm’in ilkelerinden birini bahsettiğinizde bunu kabul etmeyebilecektir. Yani, o kişinin Atatürkçüyüm demesi Atatürk’ün sadece bu ülkeyi düşman işgalinden kurtarmış olduğuna dair duyduğu sevgi ve saygıdan ibaret kalıyor olabilir. Bunun yanında, Atatürkçüyüm derken Kemalizm prensiplerinden yola çıkarak bu söyleniyorsa bu diğer Atatürkçülüğe göre biraz daha iyidir diyebiliriz fakat bu da bilinçli olarak Kemalizm kelimesinin kullanılmadığını ve bu ideolojinin de içini boşaltmaya yönelik olarak bir hareket gibi algılanmasına sebebiyet verebilir. Bunun için yapılması gereken en önemli şey, kavram karışıklıklarına ve sahip olduğumuz bir ideolojiye zarar vermemek adına kullandığımız adlara dikkat etmemizdir.
Kemalizm ile Atatürkçülük kavramlarının arasında ki farkı anlatacak son önemli nokta ise şu ki; Kemalizm kelimesini Atatürk döneminde hemen hemen her kaynakta bulabileceğiniz gibi o dönemin kayıtlı yazılı herhangi bir dokümanında “Atatürkçü” ya da “Atatürkçülük” kelimelerine rastlayamazsınız. Cenk Yaltırak’ın (2004) da dediği gibi, bu kavram Atatürk öldükten sonra ve ilk defa yazılı olarak Arın Engin’in “Atatürkçülük ve Moskofluk-Türklük Savaşları” adlı 1953 yılındaki kitabıyla ortaya çıkmıştır (s.9).
Bu araştırma yazıma son verirken son paragraflarımı Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı devrimleri, yani Kemalizm ile ilgili sözlerine yer vermek istiyorum. Bunlardan birincisi yine Prof. Dr. İsmet Giritli’nin (2004) kitabında ki Mustafa Kemal’in sözleridir. “Kemalizm’in sadece “şekil” değil, özellikle “zihniyet” meselesi olduğunu, 23 Nisan 1927’de Ankara’da toplanan Türk Ocakları delegelerine Atatürk’ün söylediği şu sözlerden de anlamak mümkündür: “Arkadaşlar, inkılâplar henüz yenidir: dedikleri gibi kökleşip benimsendiği hakkındaki kanaatlerimiz, ancak ileride karşılaşacağımız hadiselerle gerçekleşecektir. Fakat şimdi şuna emin olmalısınız ki, bugün başına şapka giymiş, sakalını, bıyığını traş eden, smokin ve frakla cemiyet hayatında yer alanlarımızın çoğunun kafalarının içinde ki zihniyet hala sarıklı ve sakallıdır.”(s.21). Mustafa Kemal’i anlamak için önce onun bütün fikirleri, sözleri üzerinde ciddi olarak düşünmemiz ve bu fikir ve sözlerin nasıl bir mantığa göre söylendiğini kendi içimizde samimiyetle sorguladıktan sonra eğer ki eksik bir şey gördüysek o eksiği gidermeye çalışmalıyız. Çünkü unutmamalıyız ki, Mustafa Kemal’in fikirlerini ikmal etmek demek bu ülkeye hizmet etmek demektir.
“Gerçeği konuşmaktan korkmayınız.”
“Vaziyeti muhakeme ederken ve tedbir düşünürken; acı olsa da, gerçeği görmekten bir an geri kalmamak lazımdır. Kendimizi ve birbirimizi aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur.” K. Atatürk
Yazan: Efe Büyük*
*Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Öğrencisi
KAYNAKLAR
1) Tek yol Kemalizm.http://kemalizm.kemalistler.net/kemalizm.htm ‘den alındı.
2) Yaltırak, C. (2004). Kemalizm ne zaman ve kimler tarafından yazıldı? Atatürkçülük kimler tarafından icat edildi? Kemalizm düşmanlığının çeşitleri. Aydınlanma 1923, 51, 5-12.
3) Aslan, A. (1992). Sömürülen Atatürk ve Atatürkçülük. Ankara: Şafak Matbaacılık.
4) Aydoğan, M. (2006). Yeni dünya düzeni Kemalizm ve Türkiye. İzmir: Umay Yayınları.
5) Demiray, M. G. (1997). Kemalizm üzerine. Ankara: Gündoğan Yayınları.
6) Giritli, İ. (2004). Bir ulusal modernleşme ideolojisi olarak Atatürkçülük. Ankara: Boyut Tanıtım Matbaacılık.
7) Atatürkçülük. (1984). İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.
Daha az göster

ATATÜRK VE OSMANLI

Atatürk’ün Osmanlılar Hakkında Görüşleri


Bir öğretim üyesi olarak en temel görevlerimizden biri, Büyük Atatürk’ün üniversite öğretim elemanlarına verdiği, devrimi ulusa sürekli ve en açık biçimde anlatarak savunmaktır :

“İşaret ettiğim ilkeleri Türk gençliğinin beyninde ve Türk ulusunun bilincinde sürekli canlı tutmak, Üniversitelerimiz ve Yüksek Okullarımıza düşen başlıca görevdir. ”

(Atatürk, Çağdaşlaşma ve Demokrasi, Ergün Aybars, İleri Kitabevi 1994, syf. 155)

Gerçekleri öğrenmekten korkmayalım!

Çünkü, çok açıktır ki, biz bilmesek de gerçekler hükümlerini bize danışmaksızın yürütmektedirler. Hiç bilmek gibisi olur mu? Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Bilmediğini bile bilmeyen olmak insanoğluna yakışır mı?

Bir kez şu korkuyu mutlaka aşmalıyız :

Osmanlı tarihini öğrenir ve onu mahkum etmek durumunda kalırsak tarihsizliğe mi uğrarız? Tarihsel köklerimizi mi yitiririz? Tarihle bağımız kopar da ortada mı kalırız? Yok böyle birşey.. Yeryüzünde yaşam sürüyor ve her şeyin bir geçmişi var. Bu bağı koparmak olası değil. Ancak, sorgulayan akıl, kendisini geçmişte yaşanan yanlışlıkların onaycısı olmaktan alıkoyabilir.

Bu uygar insanların ve onların oluşturduğu toplulukların tarihsel bir hakkı ve o ölçüde de ödevidir. Sağlıklı bir tarih bilinci, hem doğrudan veya ideolojik işgallere karşı uyanık olmak, hem de başkalarına karşı benzer suçları işlememek açısından biricik güvencedir.

(A.Erdoğan Aydın, Türkler Nasıl Müslümanlaştırıldı? Cumhuriyet, 08.03.94, syf. 12)

“Yaptığımız bir ihtilaldir, köklü bir inkılaba dönüştüremezsek başarılı olunamaz.”

Sözü 1909 tarihlidir ve Yüzbaşı Mustafa Kemal tarafından bir İttihat ve Terakki Kongresi’nde söylenmiştir.

(Atatürk, Çağdaşlaşma ve Demokrasi, Ergün Aybars, İleri Kitabevi 1994, syf. 148)

Bizim de kendimizi ait saydığımız Cumhuriyetçi kadrolar olarak, bu sözün iletisinin ardındayız. Cumhuriyet’e uyanık bekçilik yapacakların, bu kısa tümcede saklı derin iletiyi almış olduklarına ve Türkiye Cumhuriyeti’nin sırtını asla yere getirmeyeceklerine inanıyoruz. Yazımıza başlamadan şu noktanın altını özellikle vurgulamak isteriz :

Yazı boyunca incelenen konunun öznesi Osmanlı HANEDANIdır!

Dolayısı ile düşüncelerimizin bu gözle değerlendirilmesi gerekir. Osmanlı Hanedanı’dan kasıt, esas olarak padişah, sadrazam ve vezirler, şeyhülislam, harem ile hanedan buyruğunda görev alarak Türk halkı ve öbür tebaya her türlü zulmü yapanlardır. Bu aile, TBMM’nin çıkarttığı Vatana İhanet Yasası ile Saltanat’ın kaldırılmasıyla birlikte yurtdışına sürülmüştür.

TBMM, 1 Kasım 1922 günü saltanatı kaldırmış ve Osmanlı ailesinin yaptıklarını vatan hainliği olarak kabul etmiştir. Son Padişah vatan haini VI. Mehmet Vahdettin de, İngilizlere sığınarak, bu yasanın çıkmasından 15 gün sonra Malaya adlı bir İngiliz zırhlısı ile Malta adasına kaçmıştır. O Vahdettin ki, ülkeyi kendi tahtı, ailesi, saltanatı, kısacası bir avuç Osmanlı Hanedanı için sattığı hakkında sayısız belge vardır. Mustafa Kemal, Söylev’inde ve anılarında Vahdettin’i, davranışlarından örnekler ve belgelerle ve kezlerce hain, alçak, soysuz olarak nitelemektedir. Bu anılar, Atatürk’ün sağlığında Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde günlük olarak yayınlanmıştır.

Atatürk, sofrasında F. Rıfkı Atay ve Mahmut Soydan’a not ettirdiği bu anılarını, yaşamda iken yayınlatmıştır. Hatta kitaplaştırılan anılarına önsöz bile yazarak bu anıları sahiplenmiş ve dileğinin, halkının tarihsel gerçekleri öğrenerek kendisinin ve arkadaşlarının bu ulus 
Türk ulusu için ne yapmak istediklerinin daha iyi anlaşılması olduğunu belirtmiştir.

Padişah ve Halife olan zat, yaşam ve rahatını kurtarabilecek çareden başka birşey düşünmüyor.

(Nutuk, Cilt 1, s.10)

Söylev’den alınan şu dizeler ibret dolu değil mi?


Prof. Dr. Özer Ozankaya, Söylev’den Seçkiler

“ Beni İstanbul’dan sürüp uzaklaştırmak isteyenlerin bana bu geniş yetkiyi nasıl verdiklerine şaşabilirsiniz. Hemen söylemeliyim ki onlar bana bu yetkiyi bilerek ve anlayarak vermediler. Yetkiye ilişkin yönergeyi de ben kendim yazdırdım.”

“ Ulus ve Ordu, Padişah ve Halife’nin hainliğinden haberli olmadığı gibi, o makama ve o makamda oturan kişiye karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla boyun eğmiş durumda. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavrama yeteneğinden yoksun. ”

“Benim değerlendirme ve düşüncelerimi belgelemek için size sunduğum belgeler okunduktan sonra bütün Türk ulusunu, özellikle Türk aydınlarını vicdansal ve düşünsel bir değerlendirmeye çağırmak isterim. Benim tasarladıklarımı, düşüncelerimi içten olarak aktaran bu yazılar okunduktan sonra kuşku duymam ki, ulusum kendi kendine durumu değerlendirmek ve düşünmek için gerekli belgeleri edinmiş olacaktır.”

(Hakimiyet-i Milliye Gazetesi, 10 Nisan 1926) (Atatürk’ün Anıları, Bilgi Yayınevi, sadeleştiren İ. Bozdağ)

“ Padişah ve halifelik orununda bulunan Vahdettin soysuzlaşmış, yalnız kendini ve tahtını güvenceye bağlayabilmek düşü arkasında, alçakça yollar araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş..”

(Söylev 1-2, syf. 35, Çağdaş yay. İst. 1995, 28. bs., yayına haz. H. Veldet Velidedeoğlu)

Öte yandan, Osmanlı sülalesinin Oğuzların Kayı boyundan oldukları savı da artık sorgulanmaktadır.Fuat Köprülü, Osmanlı’nın Etnik Kökeni adlı çalışmasında, bu savın su götürür olduğunu belirterekreddetmektedir. Keza Hüsnü Merdanoğlu, Atatürkçü Düşünce’nin Evrenselliği adlı yapıtında, Fatih’in, kendisinin Pers soyundan geldiğini kanıtlayan Kristovulos’a İmroz Adası krallığını verdiğini belirtmektedir. Kristovulos, Osmanlı Devletini kuran “Kara Osman” olarak anılan birinci padişahın,“Yunanlılaşmış Persler ve Ahemeniler (Acem ve Ahemen karışımı) soyundan geldiğini yazıp Fatih’e sunarak bu krallığı haketmiştir. (syf. 67, Ümit Matbacılık, Ankara, 1999; Ali Kemal Meram’ın Padişah Anaları adlı yapıtının 17. sayfasına gönderme yapılarak). Ali Kılıçbay da Osmanlıların Kayı boyundan gelişlerinin yakıştırma olduğunu belirtmektedir. ATV’de Ali Kırca’nın düzenlediği “700. Yılında Osmanlı” konulu Siyaset Meydanı’nda ileri sürülen bu sava, programda yer alan çok sayıda ünlü tarihçinin hiçbirinden itiraz gelmemiştir.

Programda konuşulanların tümü kitaplaştırlmıştır.

(Ali Kırca ile Siyaset Meydanı, 700. Yılında Osmanlı,Sabah Kitapları 94, Mayıs 99, İstanbul, syf. 82)

İşte bizim karşı olduğumuz bu Hanedan’dır. Geride kalan, Anadolu-Rumeli insanı elbette bizim insanımızdır. Bizler o insanların devamıyız. Bizim atamız Osmanlı hanedanı değil. Bakınız OsmanlıHanedanı’nın Türk ulusuna yaptığı kötülükleri Yüce Atatürk nasıl vurguluyor :

“Osmanlı İmparatorluğu en görkemli, büyük ve güçlü devirlerinden başlayarak ulusun bağımsızlığı zararına o denli çok şey feda eylemiş idi ki, sonuç yalnız kendisinin yıkılıp yokolmasınyla kalmadı. Belki kendinden sonra da ülkenin gerçek sahibi olan ulus, hakkını ve varlığını kanıtlamak için çok büyük güçlüklerle karşılaştı.”

(13.08.1923, Söylev ve Demeçler Cilt 1, s. 317-8, T.İ.T. Enst. Yay., Ankara, 1961)

Cumhuriyet’imizin kurucusu, Yüce Atatürk, Osmanlı Hanedanı’nın halkımızdan kopuk oluşunu bakınız nasıl çarpıcı biçimde açıklıyor. Hatta bu kopukluğun bedelinin, Türk ulusuna savaş yenilgisinin çok ötesinde bir bedel ödettiğini; varolma, yaşama hakkımızı bile savunamaz duruma düşürüldüğümüzü belirtiyor :

“ Almanya ve Bulgaristan gibi eski bağlaşıklarımız da bizim kadar yenildilerse de hiçbirinin varlığı ve yaşam hakkı tehlike altında kalmadı. Onların bugünkü durumuyla bizim şimdiki durumumuzun en yüzeyel bir bakışla karşılaştırılması, karşılaştığımız yıkımın oluşumuna yalnızca bir yenilginin yeter neden oluşturamayacağını bütün açıklığıyla kanıtlar. Bu farkın biricik nedeni, onlarda hükümetle ulusun birlikte, bizde ise hükümetin ulustan bütünüyle uzak olmasıdır.”

(Söylev, Belgeler, syf. 1000-1001, kitap sf. 54)

Atatürk, Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşı’na girişinin yersizliğini, savaşta yapılan yönetim yanlışlarını vurguluyor ve esas olarak Osmanlı’nın yayılmacı politikasını da eleştiriyor : “ İtiraf ederim ki, Osmanlı Devleti’nin Dünya Savaşı’na nasıl bir hedef ve amaç elde etmek içingirdiğini, yani savaşa katılmaktan murat edinilenin ne olduğunu anlamış değilim.. .. Savaşa girdikten sonra yönetim bakımından yapılan yanlışlar çoktur. Bir ulusun asıl gücü, kendi yaşam ve varlığını savunmak içindir. Fakat kendi varlığını unutup da herhangi yabancı bir amaç elde etmek için asla uygun değildir.”

(16-17 Ocak 1923, Atatürk’ün Eskişehir-İzmit Konuşmaları, İzmit Basın Top., Arı İnan, TTK yay., 1982)

“ Halife ve padişah bu kişi haindir; düşmanların, yurt ve ulusa kötülük yapmak için kullandıkları bir araçtır. Lozan, Türk ulusuna yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr andlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın yıkılışını anlatan bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasal zafer eseridir! ”

Yukarıdaki bu söz, şanlı Lozan’ı, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu olan o belgeyi, Sevr’in tadili olarak küçümseme eğiliminde olanlara Mustafa Kemal’in geçmişten savrulan bir tokadı gibidir :

“ Lozan, Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasal zafer eseridir! ”


Mustafa Kemal, Söylev ve Demeçleri’nde konuya iyice açıklık getiriyor :

“ Anadolu’da yeniden ulusal bir devletin kurulması ulusumuzun ergin anlayışı ve takdire değerbir uyanış hareketi idi; fakat düşmanla beraber halife ve padişah olan zat, bundan memnun olmadı. Paris’te imzaladıkları Sevr anlaşmasını zorla ulusa kabul ettirmek için ortak önlem aldılar. Anadolu’nun ulusal heyecanlarını bastırmak için başvurulmadık şeytanlık (şeytanet) bırakmadılar. Bir yandan dini siyasete alet ederek Anadolu mücahitlerini idama mahkum ettiler. Halkı, bilinen fetvalarla birbirini öldürmeye teşvik eylediler. Bir yandan da bazı pespayelerin ceplerini doldurarak Kuvâ-yı İnzibatiye veya Hilafet Ordusu namıyla üzerimize saldırdılar. Saf ve masum halkı birçok uydurma ile kandırarak içte yer yer isyan ateşleri yaktırdılar.”

(13 Ağustos 1923, Söylev ve Demeçler cilt 1, sy. 315, T.İ.T. Enst. Yay., Ankara, 1961)

Bilindiği gibi Mustafa Kemal Anadolu’dan kezlerce İstanbul’a geri çağrılmış ve 8 / 9 Temmuz 1919 günü Osmanlı Paşalığından istifa ederek, boynunda idam fermanı olduğu halde, sade bir yurttaş olarak Erzurum Kongresi’ni başlatmıştır.

“ Ben 1919 senesi Mayıs’ı içinde Samsun’a çıktığım gün, elimde hiçbir maddi güç yoktu. Yalnız büyük Türk ulusunun asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir güç vardı. İşte ben bu ulusal güce, bu Türk ulusuna güvenerek başladım…

Ben, ulusun vicdanında ve geleceğinde duyumsadığım büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal giz gibi vicdanımda taşıyarak, aşama aşama, bütün toplu kurulunuza uygulatmak zorundaydım. ”

(ATATÜRK, Söylev cilt 1, syf. 15-16)

“ Osmanlı Hükümetine Osmanlı Padişahına ve müslimin halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lazım geliyordu. ”

(ATATÜRK, Söylev, cilt 1, sayfa 276)

İşte bizim karşı olduğumuz bu Hanedan’dır! Seçimimiz ise Cumhuriyet’in yüceltilmesidir. Geride kalan, Anadolu-Rumeli insanı elbette bizim insanımızdır. Bizler o insanların devamıyız. Ama bizim atamız Osmanlı hanedanı değil! Biz Hanedan soyu değiliz! Mustafa Kemal, Osmanlı Hanedanı ile ilgili olarak en çarpıcı değerlendirmelerinden birisini, 31 Ekim / 1 Kasım 1922 gecesi TBMM komisyonunda yapmıştır. Saltanat’ın kaldırılmasının görüşüldüğü ve tartışmaların uzadığı bir sırada bu Komisyona gidip, bir sıranın üstüne çıkarak şu ünlü konuşmasını yapmıştır :
“ Efendiler, egemenlik ve saltanat, hiç kimse tarafından, hiç kimseye, bilim gereğidir diye, görüşmeyle, tartışmayla verilemez. Egemenlik, saltanat, güçle, erkle, zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı. Şimdi de Türk ulusu, bu saldırganlara artık yeter diyerek, ayaklanarak, egemenlik ve saltanatını doğrudan kendi eline almış bulunuyor. Burada toplananlar, Meclis ve herkes doğal görürse, kanımca uygun olur. Yoksa gerçek yine yolu yordamıyla anlatılacaktır. Ama belki birtakım kafalar kesilecektir. ”

(SÖYLEV’den seçkiler, Prof.Dr. Özer OZANKAYA, Söylev, syf. 495)

Son derece açık olarak görülmektedir ki, Mustafa Kemal kendi deyimi ile Osmanoğulları’nı 600 yıl boyunca Türk ulusunun özgürlüğünü gaspetmekle ve saldırganlıkla suçlamaktadır. Bu yoldaki örnekleri çok daha artırmak ve Osmanlı Hanedanı’nın, yurt elden gittiği halde, Sevr’i bile onaylatarak salt biçimsel taht ve saltanat için ülkeyi sattığını, vatan hainliği yaptığını kezlerce kanıtlamak olasıdır. Hatta daha da ileri giderek, bizim Osmanlı’dan gelmediğimizi açıkça şöyle vurguluyor: “ Kafasını ve vicdanını en ileri gelişme alevleriyle güneşlendirmeye karar vermiş olan bugünün Türk çocukları, biliyor ve bildirecekler ki, onlar 400 çadırlı bir aşiretten değil, on binlerce yıllık, ari, medeni, yüksek bir ırktan gelen yüksek kabiliyetli bir millettir.” Nitekim 10. Yıl Söylevi’ni bağlama tümceleri de çok anlamlıdır. Adeta 600 yıldır Osmanlı Hanedanı’nın baskısı altında yok olmaya yüz tutmuş Türk’lük için yaptığı vurgu çok nettir :

“ Asla kuşkum yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük uygar niteliği ve büyük uygar yeteneği, bundan sonraki gelişimi ile, geleceğin yüksek uygarlık ufkunda bir güneş gibi doğacaktır.”
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran tüm halkları, Türk Halkı olarak bir potada birleşmeye çağırmış ve ulusal birliğin sağlam çimentosu olarak “NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE!” demiştir. Çok derin tarihsel yanıltmalar ve koşullandırmalarla Osmanlı öykünmeciliği yapmadan önce, bu tılsımlı sözün söylendiği koşulları ve anlamını iyi kavramak gerekir.

Bakınız, Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti’nin çıkardığı, 1934’te liselerde ders kitabı olarak okutulan Tarih kitabından bir alıntı yapalım : “Şurası memnuniyetle hatırda tutulmalıdır ki, Türk Milletinin asıl kütlesi Osmanlı’lık vasfını üzerine almamıştır. Gerçekten Anadolu halkı, her zaman, Sarayla onun çevresinde toplanmış zümreye Osmanlı demiş ve kendini daima onun dışında tutmuştur.”

(Zeki Sarıhan, Cumhuriyet Devriminin Osmanlı’ya Bakışı, Bilim ve Ütopya, sayı 59, Mayıs 1999, sf. 21-31).

Anadolu halkının, yüzlerce yıl süren Osmanlı sömürüsü nedeniyle günümüzdeki geriliğini yine Yüce Önder Atatürk’ümüzün kaleminden aktaralım :

“ Ulusumuz; Kurtuluş Savaşı’nda, ne şeyhülislamların din gereğidir, diye gericiliği çağıran fetvalarını ve ne de halife ve padişahın camilerden çalınan ayet ve hadislerle süslenmiş ve işlenmiş sancakları başlarında taşıyan hilafet ordularına ve ne de ulusal savaşa devamın hiçbir şey elde etmedikten başka büsbütün yok olma nedeni ve dağılıp bozulma olacağını bildirme ile ulusu bağımsızlık ve egemenliğinde hoşgörülü kılmaya zorlayan hükümet çevrelerinin gafil ve cahil çalışmalarına ve en sonunda ne de uçaklarıyla halife padişahın bildirilerini savaşan ordumuzun saflarına atan ve halife adına hareket ettiği söyleyen Yunan ordusunun kandırmalarına zerre kadar ilgi göstermedi ve gösteremez, göstermeyecektir. Özellikle bundan sonra, kesinlikle göstermeyecektir. Çünkü bu ulus, yüzyıllardan beri bu gibi gericilerin, bilgisizlerin, ikiyüzlülerin, çıkarcıların, serserilerin sözlerine inanmak saflığını gösterdikleri içindir ki; bugün çamurdan ve sazdan izbelerde oturmaya mahkum olmuş, çıplak ayaklarıyla ve çıplak vücutlarıyla çamurların, karların, yağmurların amansız şamarları altında yeniden aklını başına toplama zorunda kalmıştır. ”

(16 Ocak 1923 / Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. II, syf. 58-59)

2. Viyana kuşatmasının ne denli yersiz olduğunu doğrudan M. Kemal’den aktaralım.. Atalarımız Viyana’ya dek dayandılar.. diye öykünen çevreler belki biraz kendilerine gelirler : “Sadrazam Kara Mustafa Paşa bu ulusu Viyana kapılarına götürüken bütün kuzey Almanya’yıele geçirerek evrensel bir Osmanlı İmparatorluğu yapmak hülyasına düşmüştü. Fakat zavallı … düşünmüyordu ki, bütün bu fetih emelleri peşinde dolaşırken, bu girişim torunlara, babadan miras yerlerini kaybettirmek için zemin hazırlıyordu.”

(Söylev ve Demeçler, Cilt 1, Aralık 1921)

Hiçbir yoruma ve çarpıtmaya elvermeyecek bu sözler, Osmanlı Hanedanı’nı adreslemektedir.Bizim de aklımızı başımıza alarak, bilgisiz fakat hamasi tutumlarla Osmanlı öykünmeciliğinin bizine acıklı konumlara düşürebileceğini artık anlamamız gerekmektedir.
Öte yandan, Türklerin tarihi sanıldığı kadar birkaç bin yıl gerilere gitmekle kalmamaktadır.Ön Türk Tarihi araştırmaları -15 bin yıllara dek inebilmektedir. Haluk Tarcan’ın Ön-Türk Tarihi son derece öğretici bilgilerle doludur. (Kaynak yay., İst., 1998) Yine Mustafa Kemal’in hazırlattığı Türk tarihini derinlemesine inceleyen Türk Tarihinin Ana Hatları adlı yapıt da (Kaynak yay., İst., 1996) mutlaka çok dikkatle incelenmelidir. Bu kaynaklardan ve Kazım Mirşan’ın elimizde bulunan 7-8 yapıtından öğreniyoruz ki, bugünkü Türk Tarihi yanlıştır! Değinilen kaynaklar ışığında yeniden yazılmalıdır.O zaman görülecektir ki, Türkler Orta Asya’dan yalnız Ön Asya’ya gelmemiş, hemen tüm dünyayabinlerce yıl önce yayılmışlardır. Kazım Mirşan, bunları kanıtlayan ve bugüne dek bulunmamış, okunmamış yüzlerce yazıtı (tableti) Etrüskler’den Urallar’a oradan da Hindiçin’e varana dek okumuştur.

Bu durumda, öylesine parlak, uygar, tek tanrılı dine ulaşmış, kadına değer veren bir Türk uygarlığı karşımıza çıkmaktadır ki, binlerce yıla uzanan bu görkemli uygarlık kesitinde Osmanlı dönemi giderek önemsizleşmekte, silikleşmektedir. Yazımızın başlarında da değindik; Osmanlı tarihini reddederek tarihsiz, köksüz kalmayız diye.. Gerçekten Türkler, 600 yıl boyunca Osmanlı Hanedanı denen, ne olduğu gerçekten belirsiz, Türk asıllı olmayan, yoz, soysuzlaşmış, tuhaf bir hanedanın güdümüne girmişlerdir. Aşağılanmışlar, horlanmışlar, sömürülmüşler, köleleştirilmişler, acımasızca kullanılmışlardır.

Osmanlı Hanedanı bu uğursuz saltanatını sürdürmek için İslam dini dahil her aracı hiç çekinmeden ve etik dışı, insanlık dışı biçimde kullanmıştır. Bu 600 yıllık Osmanlı hegemonyası dönemi, 15 bin yıla varanparlak ve evrensel Türk tarihi içinde Türklerin tam anlamıyla tutsak edildiği, gerçekten üzüntü duyulacak,acı veren bir dönemdir. Bundan mutlaka dersler almak gerekir. Bu da Osmanlı’ya körükörüne, bilinçsizce öykünerek değil, onunla yürekli biçimde hesaplaşarak yapılabilir.

Aybars’ın aşağıdaki değerlendirmeleri son derece yerinde :

“Oysa Atatürk Osmanlı’yı ve onun dayandığı tüm değerleri yıkarak, ulusal egemenliğe dayanan bir devlet kurmak amacıyla çalıştığı için başarılı oldu. Yeni Türk Devleti, Osmanlı Devletinin dayandığı tüm değerleri yıkarak, kendisinin ortaya koyduğu değerler üzerine kuruluyordu.”

(Atatürk, Çağdaşlaşma ve Demokrasi, Ergün Aybars, İleri Kitabevi 1994, syf. 99-100)

Doğrudan Büyük Önder’den aktaralım:

“ Ulusal sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı sürdürmek; ulusun ve ülkenin gerçek mutluluğuna, kalkınmasına çalışmak… gelişigüzel büyük özlemler peşinde ulusu uğraştırmamak (İttihat ve Terakki bu uğurda Osmanlı’yı gereksiz biçimde 1. Dünya Savaşı’na sokmuştu)… Uygarlık dünyasından insanca karşılık ve dostluk görmeyi beklemek…”

(Söylev, syf. 310-312)

Mustafa Kemal, pantürkizmi de panislamizmi de açıkça reddetmektedir. Atatürk, Osmanlı Devleti’nin son yıllarda uygulamaya çalıştığı, İslamcı ve Turancı politikaların Türkiye’nin başına açtığı büyük sorunları, bunların geçersizliğini de belirtmiş, büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağı şeyleri yapar gibi görünen sahtekar insanlardan olmadığını söylemiş ve eklemiştir :

“… biz yaşam ve bağımsızlık isteyen bir ulusuz ve yalnız bunun için canımızı veririz.”

(Söylev ve Demeçler, Cilt 1, Ankara, 1961, syf. 201, Aralık 19)

Bize yaraşan, Osmanlı Hanedanı ile hesaplaşmaktır. Cumhuriyet bunu 1 Kasım 1922 günü yapmıştır. Saltanatı kaldırarak Hanedanı vatan haini saymış ve ülke dışına kovmuştur. 3 Mart 1924’te çağdışı bir siyaset aleti durumuna getirilen Halifeliği kaldırarak eylemini tamamlamıştır. Şimdi bunları geri mi alıyoruz?

Yanıtı Büyük Devrimci’nin ağzından verelim :

“ 3 Mart (1924) Osmanlı Hanedanı’nın Türkiye dışına çıkarılması önerisi : Halife yerinden indirildi, Halifeliğe son verildi; yerinden indirilen Halife ile Osmanlı Hanedanı’nın bütün üyelerinin, Türkiye Cumhuriyeti ülkesinde oturma hakkı sonsuza değin [1] kaldırıldı.”

“ Müslüman halkı, önem ve anlamdan yoksun bir halife konusuyla uğraştırıp kandırmaya çalışanlar, yalnız ve ancak müslümanların, özellikle de Türklerin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna kapılmak da ancak ve ancak bilgisizlik ve aymazlık belirtisidir.”

( SÖYLEV’den seçmeler, Prof.Dr.Ö.Ozankaya)

“ İtiraf edelim ki, biz üç buçuk yıl öncesine değin bir insan kalabalığı (sürü) halinde yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi yönetiyorlardı. Dünya bizi, bizi temsil edenlere göre tanıyordu. Üç buçuk yıldır tamam bir ulus olarak yaşıyoruz. Bunun maddi ve açık tanığı, hükümetimizin biçim ve niteliğidir ki,onu yasa, Büyük Millet Meclisi diye adlandırdı. ”

(Mustafa Kemal Atatürk, Ekim 1922, Söylev ve Demçler c. II).

Onlarla aynı dönemde yaşamış, her şeylerini çok iyi bilen, Atatürk eleştiriyor hatta yerden yere vuruyor Osmanlı’yı… Oysa O’nun bir Osmanlı Paşası olduğunu savlayarak Osmanlı’ya övgü dizme gerekçesi yapmak isteyenler, Mustafa Kemal’in şu sözlerine kulak vermelidirler :

“ İnsanlığın hepsini bir varlık ve bir ulusu bunun bir organı saymak gerekir. Bugün dünya ulusları aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla uğraşmaktadırlar. Bu bakımdan insan, bağlı bulunduğu ulusun varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar, bütün dünya uluslarının huzur ve gönencini düşünmeli ve kendi ulusunun mutluluğuna ne denli değer veriyorsa, bütün dünya uluslarının mutluluğuna, yararlı olmasına da elinden geldiği ölçüde çalışmalıdır. ”

(Söylev ve Demeçler, Mart 1937, Cilt II)

Hanedan seçkinci (elitist) idi. Padişahlar Hıristiyan kadınlarla evlenirler, Hırıstiyan devşirmelerden seçilenler Enderun’da (Saray Okulu) özel olarak yetiştirilirlerdi. Katı kastik yapılı bu sistemde halk çocuklarının, özellikle reayanın saray çevresine girmesi olanağı yoktu. Egemen olan beyler ve kullar düzeni idi. Oysa M. Kemal Osmanlı tarihini zümreler, hakanlar, krallar tarihi olarak tanımlar baştan sona. “Cahilliklerin, sapkınlıkların anası kişisel saltanattır. 600 yıllık bu uğursuz düzene son verdik” demektedir büyük önder Atatürk. O; şeyhlerle, dervişlerle, müritlerle, mollalarla, Osmanlı artığı hocalarla savaşım veren, halifeliği kaldıran gerçek bir halk önderidir. O’nu salt bir Osmanlı Paşası olarak tanıtmak tarihi saptırmaktır. Osmanlı’ya isyan etmiş, isyan ettirmiş ve Türk ulusunun sıradan bir bireyi olma onuru ile yetinmiştir.

Bilindiği gibi yoksul Türk köylüsünden aşar (öşür) vergisi toplamak için daha sonra müstelzimlere bu işi ihale ederek iltizam yöntemi ile burunlarından getiren Osmanlı yönetiminin bu zulmüne Cumhuriyet kadroları son vermişlerdir. Savaştan çıkmış bir ekonomi, vergi gelirlerinin 1/3’ünü oluşturan bu önemli kaynaktan,Türk köylüsüne verdiği değerin şaşmaz bir özveri ölçütü olarak vazgeçmişti. Çünkü Ata’ya göre,köylü ulusun efendisi idi :

“ Türkiye’nin gerçek koruyucusu ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. Baylar, diyebilirim ki, bugünkü yıkım ve yoksulluğumuzun tek nedeni, bu gerçeği göremeyişimizdir. Gerçekten yedi yüz yıldan beri dünyanın dört bir köşesine göndererek kanlarını akıttığımız, kemiklerini yabancı topraklarında bıraktığımız ve 700 yıldan beri emeklerini ellerinden alıp gereksiz yere harcadığımız, buna karşılık sürekli olarak aşağıladığımız, küçük gördüğümüz, bunca esirgemezlik ve bağışlamalarına karşılık iyilikbilmezlik, sıkılmazlık ve zorbalıkla uşak düzeyine indirmek istediğimiz bu soylu koruyucunun önünde bugün utançla ve saygıyla kendimizi toplayalım.”

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1 Mart 1922)

Sanıyoruz ekleyecek ne bir tek sözcük ne de katacak yorum var… Osmanlı yönetiminin 700 yıl boyunca Türk köylüsüne yaptıkları bundan daha iyi nasıl ve kim tarafından vurgulanabilir??

Aybars’ın saptamaları ne denli yerinde :

Osmanlı’nın gözünde tüm Hıristiyan dünyası kafir! Yeryüzünü “Dar-ül İslam” ve “Dar-ül Harb”diye ikiye ayırıp din adına savaşı (Cihad-ı Ekber) devletin dinsel görevi sayıyor. Oysa Mustafa Kemalbunun tam tersini savunuyor : Yurtta barış, dünyada barış diyor, savaşı meşru savunma dışında cinayet sayıyor, tüm insanlık birdir diyor ve ekliyor :

Cihadın en son uygulanışı ise kafire karşı değil, Milli Mücadele’yi yapanlara karşı olmuştur!

(Atatürk, Çağdaşlaşma ve Demokrasi, Ergün Aybars, İleri Kitabevi 1994, syf. 81-82) “

Sömürgecilik ve yayılmacılık (emperyalizm) yeryüzünden yok olacak ve yerlerini uluslar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrımı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı egemen olacaktır. ”

(Atatürk’ten Düşünceler, Enver Ziya Karal, syf. 17)

Şimdi bu veriler karşısında nasıl hem Atatürkçü olunacak hem de Osmanlı Hanedanı’na ve onun ideolojisine mersiyeler yazılacaktır, anlamak gerçekten güçtür. Umudumuz, hiç olmazsa bu derin çelişkiyi bilgi azlığı nedeniyle yaşayanların uyanmasıdır.

Büyük Atatürk, çok net biçimde bizim Osmanlı’dan olmadığımızı şu sözü ile belirtiyor :

“ Bizim ulusumuz, ulusallığı bilmezliğe gelişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu içindeki türlü kavimler hep ulusal inançlara sarılarak, ulusallık ülküsünün gücüyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir ulus olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Gücümüzün azaldığı anda bizi aşağıladı, horladılar.Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. ”

(Mart 1923, Söylev ve Demeçler, c. II)

Anlamamakta direnenler için daha da açığını yine Ata’nın ağzından aktaralım :

“ Biz Türk’üz; tam anlamıyla Türk’üz. İşte o kadar! Bize iyi müslüman olmak yeter. Dostlara sahip bulunmak, tam bağımsızlığımızı korumak, her şeyi Türk cephesinden düşünmek. Bu realist bir görüştür; Osmanlı İmparatorluğunu mahveden ideolojiye tepkidir.”

(Atatürk’ü Anmak, M. Yüzbaşıoğlu, Remzi Kitabevi İst. 1981, syf. 179)

Çok açıktır ki, Osmanlı’nın sözde çokuluslulu imparatorluk ideolojisi kendisinin de yok olmasına, mahvolmasına neden olmuştur. Çok uluslu, yayılmacı (emperyalist) bir ümmet topluluğunun yanlış ideolojisine, bizim, Cumhuriyetçiler olarak tepkimiz vardır; o da ulus devlettir. “ Türkiye halkı, bağsız koşulsuz egemenliğe sahip olmuştur. Egemenlik, hiçbir renkte, hiçbir biçimde, hiçbir anlam ve yol göstericilikte ortaklık kabul etmez. Halife olsun, unvanı ne olursa olsun,bu ulusun yazgısında hiçbir pay sahibi olamaz. ”

(18.11.1922 / TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. III, syf. 1052)

Büyük tarihçi Karal, Atatürk’ten aktarıyor (Atatürk’ten Düşünceler, Enver Ziya Karal, syf. 25):
“ Yeni Türkiye’nin eski Türkiye ile hiçbir ilişkisi yoktur. Osmanlı hükümeti tarihe karışmıştır. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur. ”

İşte bu doğrudan kaynaklara bakarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın redd-i mirası temelinde kurulduğunu söylüyoruz. Bu bizim kişisel yargımız olmanın çok ötesinde, doğrudan, Türkiye Cumhuriyeti’ mizin kurucusu Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yargısıdır.

“ Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri yaşanan ulusal yıkımların yarattığı uyanıklığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu Türk gençliğine emanet ediyorum. Türk ulusunun yüzyıllar boyunca uğradığı sonu gelmez yıkımlardan kurtulması, içinden çıkabilmek için büyük özveriler gerektiren pis bataklıklara bir daha düşmemesi için gelecek kuşaklara dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek uyarılarda bulunmak…”

(SÖYLEV’den seçkiler, Prof.Dr.Ö.Ozankaya, Söylev, syf. 495)

Cumhuriyet’ten yana olmak; net, kararlı ve yürekli bir tutum ister. İkircikli davranış ve sözlerle,kuşku uyandıran yaklaşımlar Atatürkçülüğe sığmaz. Biz Cumhuriyet kuşakları O’nun denli yürekli vekararlı olmazsak, Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza dek yaşatmak nasıl olanaklı olabilecektir? Atatürk, Mart 1923’te Konya’da yaptığı bir konuşmada;

“..gericilere karşı tek başına kalsam dahi yine tepeler ve yine öldürürüm..” diyordu.

(Atatürk’ten Düşünceler, Enver Ziya Karal, syf. 72)

M. Kemal Atatürk’ün Osmanlı hakkında olumlu şeyler söylediği, zorlama yorumlarla veAtatürk kaynakçalarından cımbızlanarak kimilerince öne sürülmektedir. Söylev’de Atatürk şöyle anlatıyor :

“… sonra Osmanlı saltanatını sürdürmeye çalışmak, kesinlikle Türk Ulusu’na karşı en büyük kötülüğü yapmaktı. Artık yurtla, ulusla, hiçbir vicdan ve düşünce bağı kalmamış bir sürü delinin,devlet ve ulus bağımsızlığının ve onurunun koruyucusu durumunda bulundurulması nasıluygun görülebilir?”

“Halifeliğe gelince, bunun bilim ve tekniğin ışığa boğduğu gerçek uygarlık dünyasında gülünç sayılmaktan başka bir durumu kalmış mıydı?..”

(Türk Dil Kurumu yay., 1965, syf. 10-12)

Tarihten ders almanın ancak yürekli ve bedeli olan bir hesaplaşma ile olanaklı olduğu inancındayız. Büyük Atatürk’ün Gençliğe Sesleniş’inde altını çizdiği üzere,

“.. ülkeyi yönetenler gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde …” bile olsalar,

Cumhuriyet’e uyanık bekçilik özellikle görevimizdir. Büyük tarihçi Bernard Lewis’in, “Osmanlılardan özgürlüğünü son kurtaran ulus Türkler oldu.” değerlendirmesini hiçbir zaman gözardı etmemek gerekir.

Dileğimiz, azim ve de kararlılığımız, Türkiye Cumhuriyeti’mizin bir kazaya uğramamasıdır, uğratılmamasıdır. Bunun kavgasıdır dirençle verdiğimiz.Yolumuz Yüce ATATÜRK’ün evrenselleşmiş düşünüşü KEMALİZM’dir; OSMANİZM değil!

İşte özetlediğimiz bütün bu bilgiler ve örneklerini daha da artırabileceğimiz gerekçelerle,Osmanlı Hanedanı’nın ya da Osmanoğulları’nın uygulamalarını 
son çözümlemede yerinde görmüyoruz.

Osmanlı yönetiminin ideolojisini paylaşmıyoruz.

Bu yanlış ve çarpık ideolojinin yarattığı tarihin külfetlerini de üstlenmek istemiyoruz. Bu anlamda köktenci bir red anlayışı içindeyiz. “İyisi ile kötüsü ile bizim” anlayışını da sığ, kolaycı ve yanlış buluyoruz.Biz Osmanoğlu değiliz!

Dolayısıyla açıkça seslendirelim :

Cumhuriyet’ten yana olmak, Atatürk’ün adını ağzına almak ve de Osmanlı öykünmeciliği, yanyana yakışmayan eylemler; onmaz bir çelişkidir..
Osmanlı’yı öven, Atatürk’ten söz edemez!

[1] Ne yazık ki 431 sayılı bu yasa 1974 affı ile delinmiş ve Ata’nın aziz anısına haksızlık, hatta saygısızlık edilmiţtir.

Prof. Dr. Ahmet SALTIK